Bilmek ve Bilmemek Üzerine…

Bu yazıda, çok da felsefeye girmeden, pratik olarak, bilmek ve anlamak üzerine bir şeyler karalamak istiyorum. Çünkü yazılarımda bu kavramlara çok vurgu yapıyorum ama henüz bunlar hakkında ne demek istediğimi bir yerde topluca açıklamadım.

Genel olarak bilmek ve fikir sahibi olmak ile malumat ve kanı sahibi olmayı birbirine karıştırıyoruz. Bir dost sohbetinde ya da bir TV programını uzaktan dinlerken edindiğimiz kulaktan dolma malumatı, bilgi ile karıştırıyoruz. Bu malumatlar üzerine birkaç malumat da biz koyunca, fikir sahibi oluveriyoruz hızlıca. Hatta, işin içine çok girmeden, bir konu hakkında kanı sahibi olmayı, “fikir sahibi olmak” olarak adlandırıyoruz maalesef. Dolayısıyla, bilgi ve fikir sahibi olmaktan da aslında temellendirilmeden, sorgulanmadan, doğru olduğuna dair çok ciddi bir delil elde etmeden, kolayca ve hızlıca edinilmiş malumatı ve üzerine bina edilmiş kanıyı kastediyoruz. Bir dost meclisinde duyumlarımız ve onlardan çıkarımlarımız bu cinsten mesela. Aslında, bilgi sahibi olmadan olsa olsa kanı ya da zan sahibi oluruz ki bunun doğruluğuyla ilgili olarak sadece şüphe söz konusu olabilir. İşin komik tarafı, fikir de, bilgi üzerine, ancak düşünsel bir süreç sonunda üretilebilen ve bir üst katmandaki kavramdır. Ama tüm bunları biz hem yanlış içerikle hem de yanlış ilişkilerle kullanıyoruz. Şu kavram kargaşasına bakın…

Berbat bir suikastla hayatını kaybetmiş gazeteci Uğur Mumcu, “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz” demişti. Çünkü bir konuda bilgi sahibi değilseniz, ancak malumat, kanı ya da zan gibi tamamen kişisel, doğruluğu belirlenmemiş, muhtemelen bir başkasına aktarmakta zorluk çekeceğiniz dolayısıyla da, kendisiyle bir başkasını ikna edemeyeceğiniz, henüz bilgi seviyesine ulaşmamış tecrübeye sahipsiniz demektir. Fikir ise olsa olsa, pek çok farklı bilgi öbeğinden, tümevarımla ve tabi ki son derece karmaşık zihni süreçlerle yeni bir çıkarımda bulunmak demektir. Öyle ki bu çıkarım, belki pek çok sınamadan sonra bilgiye dönüşecek ve yaygınlaşacaktır.

Bütün bunlardan sonra, bilmek derken, sebep-sonuç ilişkilerini kavrayarak, “nasıl”lıkla beraber “neden”liğe de vurgu yapan, teorik açıklaması yanında pratik uygulamayı da yapabilecek şekilde  bir “kavrama”dan bahsedebiliriz. Bilen kişi, konuyla ilgili kavramları, birbirleri arasındaki farkları ve benzerlikleri açıklayabilir, çok basit ama güzel örneklerle tüm bunları anlaşılır hale getirebilir. Bilen, önünde bir kağıt varsa, hemen kavramları yazıp, basit çizgilerle konuyu hızlıca açıklayabilir. Konu ile ilgili espri yapabilir mesela.

Bir şeyi bu şekilde bilmemenin birkaç göstergesi vardır. Örneğin birisi bir konuyu bildiğini farz ederek size bir şeyler anlatıyordur, sizin aklınıza bir şey takılır ve sorarsınız, karşı taraf sorunuzu kavrayıp doğru düzgün cevap veremez, doyurucu açıklama yapamaz, çünkü örneğin kavramlar arasındaki ince farkları bilmiyordur ya da o şeyi her yönüyle kavramamıştır falan. Bu durum, karşı tarafın bu konuda yeterince bilgi sahibi olmadığının en basit kanıtıdır. Bir konu ile ilgili İngilizceden yapılan çeviri de benzer şekilde, bilmemeye işaret edebilir. Benim bu günlükte zaman zaman belirttiğim ve “chicken translation” cinsinden, örneğin “use case”in “kullanım durumu” ya da “mapping”in “haritalama” şeklindeki çevirileri de olayı iyi anlamamaya dolayısıyla da bilmemeye güzel örneklerdir.

İyi bilmemeye bir başka örnek de konuyu basitleştirememektir. Bilirsiniz, konusunu iyi bilenler, o konuyu öyle güzel benzetmelerle ve basitleştirmelerle anlatır ki siz “Aaa ne kadar kolaymış” dersiniz. Internette görürsünüz böyle, karmaşık bir olayı basitleştiren çizimler ya da kısa filmler falan. Örneğin TCP/IP ağlarının nasıl çalıştığına, webin nasıl işlediğine dair kısa bir film vardı, veri paketleri ve onların taşınması vb. gibi konuları çizgi film tadında betimliyordu ve nefisti 🙂 Bakın bu basitleştirme konusunda bazı üstatlar ne diyorlar. Nobelli ünlü fizikçi Richard Feynman‘dan: “If you can’t explain something to a first year student, then you haven’t really understood it.” Yani, “Eğer bir şeyi, üniversite 1. sınfı öğrencisine açıklayamıyorsanız, siz de onu gerçekten anlamamışsınız demektir”. Benzer sözün kendisinden “If you can’t explain it to a six year old, you don’t really understand it.” şeklinde, yani “6 yaşındaki bir çocuğa açıklayamıyorsanız” değişikliğiyle çıktığı da rivayet ediliyor. Benzer bir cümle, “If you can’t explain it simply, you don’t understand it well enough” olarak Einstein’e de atfedilmektedir. Yani “Bir şeyi çok basit bir şekilde açıklayamıyorsanız, siz de onu yeterince iyi anlamamışsınız demektir” diye çevirebiliriz.

Çok ideal dolayısıyla da zor olmakla birlikte, anlamaya, uzmanı olmaya çalıştığımız şeyi bu basitliğe indirebilmemiz lazım. Ben birini dinlerken, örneğin finansal bir konuyu ya da felsefi bir problemi dinlerken, eğer anlatan, o konuyu, elma ve armut ya da ne bileyim mahalledeki bakkal ile mahalle sakinleri arasındaki ilişkiler cinsinden anlatamıyorsa, o kişinin konusuna vakıf olduğunu düşünmüyorum ve rahatsız oluyorum. Senelerimi alan, üniversitede yaptığım asistanlık olsun, sonrasında değişik vesilelerle birilerine bir şeyler anlatma faaliyetlerimde olsun ve özellikle de son senelerdeki profesyonel eğitmenlik kariyerimde olsun, bu cinsten basitleştirmelerden daima yararlanırım. Örneğin, proxy/vekil tasarım şablonunu anlatırken, demokraside vatandaşların basbakana ulaşma ve onunla konuşma haklarının olduğundan baslayıp, tahtaya arayüz ve sınıfları bu kavramlar cinsinden çizerim. Akıllı bir lise öğrencisi, eğer arayüz ve kalıtım kavramını bilse bu şablonu çok güzel bir şekilde anlar.

Gerek günlük yaşantımda gerek ise iş hayatımda o kadar sık bir şekilde bu yazıda bahsettiğim sıkıntılarla karşılaşıyorum ki inanamazsınız. Aslında hemen herkesin bildiği şeyler olduğunu düşünürüz bunların, ama niye uygulamayız ki? Gerçekte bilmediğimizden olmasın 🙂

 

 

Toplam görüntülenme sayısı: 2642